Ana Sayfa
Hukuk Bülteni

Hukuk Bülteni

SPOR ANONİM ŞİRKETLERİNİN ESAS SÖZLEŞMESİNİN ASGARİ İÇERİĞİ, ORTAKLIK YAPISI, PAY SAHİPLİĞİ, SERMAYESİ VE ORGANLARINA İLİŞKİN USUL VE ESASLAR TEBLİĞİ

Öğr. Gör. Dr. Nihan DEĞİRMENCİOĞLU AYDIN

Giriş

26.07.2022 tarihinde Spor Anonim Şirketlerinin Esas Sözleşmesinin Asgari İçeriği, Ortaklık Yapısı, Pay Sahipliği, Sermayesi ve Organlarına İlişkin Usul ve Esaslar Tebliği (Spor Anonim Şirketi Tebliği) resmi gazetede yayımlanmıştır. Söz konusu tebliğ 26.04.2022 tarihli 7405 sayılı Spor Kulüpleri ve Spor Federasyonları Kanununun (7045 sayılı Kanun) 17. maddesine dayanılarak hazırlanmıştır. Bu tebliğde spor anonim şirketlerinin esas sözleşmesinde bulunması gereken asgari içerik, ortaklık yapısı, sermayesi ve organlarına ilişkin usul ve esaslarını düzenlemek amacıyla ihdas edilmiştir. Bu yazıda Tebliğ hükümlerinin genel hatlarıyla incelenmesi amaçlanmaktadır.

Spor anonim şirketi; bir spor kulübünün bağlı ortaklığı veya iştiraki olarak ya da spor kulübünden bağımsız şekilde 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununa (TTK) göre kurulan ve spor faaliyetinde bulunmak amacıyla Bakanlığa tescilini yaptıran anonim şirketini ifade etmektedir (Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 4/1-i). Spor anonim şirketinin halka açılma zorunluluğu söz konusu değildir. Öte yandan payları halka arz edilmiş olan veya halka arz edilmiş sayılan spor anonim şirketlerine de halka açık spor anonim şirketi denilmektedir (Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 4/1-g).

  1. Esas Sözleşmenin Asgari İçeriği

TTK m. 339 hükmü saklı kalmak üzere spor anonim şirketlerin esas sözleşmelerinde bulunması zorunlu asgari içerik Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 5’te özel olarak düzenlenmiştir. Hükümde TTK m. 339 saklı kalmak kaydıyla spor anonim şirketlerinin esas sözleşmelerinde asgari olarak bulunması zorunlu hususlar sayılmıştır. Hükmün lafzında da anlaşıldığı üzere spor anonim şirketlerin esas sözleşmelerinde bu hususların bulunması zorunludur. Bu çerçevede zorunlu hususları içermeyen ana sözleşme emredici hükümlere aykırılık sebebiyle geçersiz olacaktır (TBK m. 26-27)[1].

Esas sözleşmede bulunması gereken unsurlar arasında yönetim kurulu üyelerinde 7405 sayılı Kanun ve ilgili diğer mevzuat hükümleri kapsamı dışında istenmesi halinde aranacak diğer nitelikler sayılmıştır. (Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 5/1-e). Diğer bir ifadeyle yönetim kuruluna 7405 sayılı Kanun ve ilgili diğer mevzuat hükümlerinde düzenlenen yönetim kurulu üyelerinde aranan nitelikler dışında isteğe bağlı olarak aranacak diğer niteliklerin esas sözleşmede bulunması zorunludur. İlk olarak zorunlu içeriğin anlamı esas sözleşmede mutlaka bulunması gereken aksi halde ticaret sicil müdürlüğünün tescilden kaçınacağı (TTK m. 32) sonucunu doğurabilecek bir durumdur. Bu nedenle yönetim kurulu üyelerinde isteğe bağlı olarak diğer aranacak niteliklerin zorunlu unsurlar arasında sayılması hatalıdır. Ayrıca yönetim kurulu üyeleri için gerek TTK’da gerekse 7405 sayılı kanunda aranılan asgari koşullar dışında TTK m. 340 hükmünün gerekçesinde de belirtildiği üzere esas sözleşmeyle ek koşullar getirilmesi mümkündür. Zira TTK m. 340 hükmü buna engel değildir[2].

Esas sözleşmede bulunması gerekli unsurlardan birisi de bütçenin hazırlanması, yürürlüğe konulması ve uygulanması usulüdür (Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 5/1-g). 7405 sayılı kanunun düzenlenme amaçlarından birisi de bütçe ve harcama esaslarını düzenlemektir (7405 sayılı Kanun m. 1/1). Zira Türkiye’de faaliyette bulunan spor kulüplerinin en önemli sorununu mali sorunlar oluşturmaktadır. Spor kulüplerinin mali sorunları farklı nedenlerden kaynaklanmaktadır. Bununla beraber bu sorunların ortak çıkış noktası; kulüplerin yeterli düzeyde gelir üretememelerine rağmen gider ve harcamalarını kontrol edememeleri nedeniyle sürekli tekrarlanan bütçe açıkları ve net dönem zararlarıdır[3]. Bu nedenle esas sözleşmede bulunması gereken zorunlu esaslar arasında bütçenin hazırlanması, yürürlüğe konulması ve uygulanması usulünün yer alması yerinde bir düzenleme olduğu kanısındayız.

TTK hükümleri çerçevesinde kuruculara ve yönetim kurulu üyelerine kârdan pay verilebilir. Şöyle ki TTK m. 348/1 gereği dağıtılabilir kârdan TTK m. 519/1’de yazılı yedek akçe ile pay sahipleri için yüzde beş kâr payı ayrıldıktan sonra kalanın en çok onda biri intifa senetleri bağlamında kuruculara ödenir. Bununla beraber esas sözleşmede hüküm bulunması veya genel kurulun kararıyla yönetim kurulu üyelerine şirket kârının elde edilmesine ilişkin olarak yaptıkları katkılar sebebiyle kârdan pay verilebilir (TTK m. 511). Öte yandan 7405 sayılı kanun hissedarlık yapısıyla ilgili olarak m. 15/3’te bir spor kulübü ile bağlantılı olan spor anonim şirketlerinde şirket kârından kuruculara, yönetim kurulu üyelerine ve diğer kimselere herhangi bir menfaat sağlanamayacağı düzenlenmiştir. Kanun koyucu bu düzenlemeyle bu şirketlerin kulüp dışındaki pay sahiplerine çeşitli imtiyazlar tanınmasını ve böylece şirket üzerindeki kulüp hâkimiyetinin ortadan kaldırılmasını önlemeyi amaçlamıştır[4]. Bu hüküm Tebliğ’de de benimsenerek esas sözleşmede bulunması gereken zorunlu unsurlar arasında sayılmıştır (Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 5/1-h).

  1. Ortaklık Yapısı ve Pay Sahipliği

Spor anonim şirketleri, bir spor kulübünün bağlı ortaklığı veya iştiraki olarak kurulabileceği gibi spor kulübünden bağımsız olarak da kurulabilir (Spor Anonim Şirketi Tebliği m 6/1). Bu konuda öncelikle belirtmekte fayda vardır ki 5253 sayılı Dernekler Kanunu uyarınca spor kulüpleri önceleri dernek olarak kurulmakta daha sonra Gençlik ve Spor Bakanlığına tescil ile spor kulübü vasfını kazanmaktaydı. 7405 sayılı Kanunla çift kayıt ve tescil sistemi ortadan kaldırılmıştır. Nihayet spor kulüplerinin Gençlik ve Spor Bakanlığına tescil ile tüzel kişilik kazanmaları sağlanmaktadır. Böylelikle spor kulüplerinin öncelikle dernek olarak kurulma mecburiyeti ve uygulaması ortadan kaldırılmıştır[5].

Spor anonim şirketlerinin payları hamiline veya nama yazılı olabilir. Ancak, sermaye piyasası mevzuatına göre borsada işlem görenler hariç olmak üzere, bir spor kulübü ile bağlantılı olan spor anonim şirketlerinin paylarının nama yazılı olması zorunludur (Spor Anonim Şirketi Tebliğ m. 6/2).Görüldüğü üzere spor anonim şirketinin bir spor kulübü ile bağlantılı olması halinde spor anonim şirketlerinde payların nama yazılı olması zorunluluğu getirilmiştir. Bu zorunluluğun sebebi kamu hizmeti olan sporun icra edildiği bu şirketlerin pay sahiplerinin belli olmasıdır[6].

  1. Hakimiyet

Spor kulüpleri, belirli bir spor dalına ilişkin aktif ve pasif varlıklarını bir bütün olarak, bir spor anonim şirketine sermaye olarak koyabilir veya devredebilir (Spor Anonim Şirketi Tebliğ m. 7/1).  Maddeyle spor kulüplerinin; belirli bir spor dalına ilişkin aktif ve pasif varlıklarını bir bütün olarak kendi kurdukları ve sahip oldukları spor anonim şirketlerine çeşitli sözleşmelerle sermaye olarak koyabileceklerine veya kurulmuş olan bir spor anonim şirkete devredebileceklerine ilişkin düzenleme yapılmak suretiyle sporda şirketleşmenin yasal dayanağı oluşturulmaktadır[7]. Bununla birlikte bir spor kulübü ile bu şekilde malvarlığı ya da sözleşme, ortaklık, yönetim veya benzeri bir bağlantısı olan spor anonim şirketinin TTK m. 195 hükmü anlamında doğrudan ya da dolaylı hakimiyetinin ilgili spor kulübünde bulunması zorunlu tutulmaktadır. Bununla beraber doğrudan veya dolaylı hâkimiyeti bulunan spor kulübü lehine düzenlenecek imtiyazlar hariç olmak üzere spor anonim şirketlerinde; diğer paylara, belirli bir grup oluşturan pay sahiplerine, belirli pay gruplarına ve azlığa TTK’da düzenlenen /herhangi bir imtiyaz tesis edilemez (Spor Anonim Şirketi Tebliğ m. 7/1).

  1. Şirket Sermayesi

Spor Anonim Şirketi Tebliğ spor anonim şirketlerinin sermayesi hususunda özel bir düzenleme getirmiştir. Şöyle ki spor anonim şirketlerinin asgari sermayesi bir milyon Türk Lirasından az olamaz (Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 8/1). Spor federasyonları, belirli liglerde yer alabilmek için spor anonim şirketi statüsünde olma yükümlülüğü ve bu şirketler için ödenmiş sermayesi bir milyon Türk lirasından az olmamak üzere asgari sermaye zorunluluğu getirebilir (Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 8/2). Öte yandan esas sermaye sistemini benimsemiş halka kapalı anonim şirketlerde şirket sermayesinin en az ellibin TL olması gerekirken, kayıtlı sermaye sistemini benimsemiş halka açık olmayan anonim şirketlerde başlangıç sermayesinin en az yüzbin TL olması gerekir (TTK m. 332/1).

Bununla beraber kayıtlı sermaye sistemini benimsemiş halka açık anonim şirketlerin başlangıç sermayesi II-18.1 sayılı Kayıtlı Sermaye Sistemi Tebliği m. 5/3 gereği yüzbin TL’den az olamaz. 2022 yılı için başlangıç sermayesi en az on milyon TL’dir[8]. Buna karşılık spor anonim şirketlerinin asgari sermayesi bir milyon Türk Lirasından az olamaz (Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 8/1). Kayıtlı sermaye sistemini benimsemiş halka açık spor anonim şirketleri için herhangi bir düzenleme getirmediğinden, Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 10 gereği halka açık spor anonim şirketlerine 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanun (SerPK) hükümleri ile bu Kanuna dayanılarak yürürlüğe konulan düzenlemelerin ilgili hükümleri uygulanacaktır. Böylelikle kayıtlı sermaye sistemini benimsemiş halka açık spor anonim şirketlerinde de başlangıç sermayesi on milyon TL’den aşağı olamayacaktır.

  1. Spor Anonim Şirketinin Organları ve Organlarda Görev Alamayacaklar

Spor anonim şirketlerinin genel kurul ve yönetim kurulu olmak üzere iki zorunlu organı mevcuttur (Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 9/1). Spor anonim şirketlerinin yönetim kurulu TTK m. 359/1 hükmüne benzer şekilde esas sözleşmeyle atanmış veya genel kurul tarafından seçilmiş bir veya daha fazla kişiden oluşur (Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 9/2).

Anonim şirket yönetim kurulu üyelerinden birinin iflası, ehliyetinin kısıtlanması, üyelik için gerekli yasal şartları ve esas sözleşmede öngörülen nitelikleri kaybetmesi bu kişinin üyeliğini herhangi bir işleme gerek olmaksızın kendiliğinden sona ermesine sebep olur (TTK m. 363/2). TTK’daki bu düzenlemeye ek olarak Spor Anonim Şirketi Tebliği m. 9/4’te spor anonim şirketleri yönetim kurulu üyelerinin üyeliğini kendiliğinden sona ermesine sebep olan özel bir düzenleme getirilmiştir. Hükme göre kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile; Devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama, terörizmin finansmanı, kaçakçılık, nefret ve ayrımcılık, cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar, fuhuş, uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti, uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırma, kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın almak, kabul etmek veya bulundurmak ya da uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanmak, şike veya teşvik primi, kanuna aykırı olarak spor müsabakalarına dayalı bahis ve şans oyunlarını oynatma, oynatılmasına yer ve imkân sağlama, reklamını yapma veya para nakline aracılık veya 7405 sayılı Kanunun 20 nci maddesine muhalefet etme suçlarından mahkûm olanların spor anonim şirketlerindeki yönetim, denetim, disiplin ve ihtiyari diğer kurul üyelikleri, haklarındaki mahkeme kararının kesinleştiği tarihte, başkaca hiçbir işlem yahut karara gerek olmaksızın kendiliğinden sona erer. Bu bağlamda; söz konusu üyelikleri sona erdiren her türlü sebep, başkan ve kurul üyeliğine seçilmeye de engel teşkil edecektir.

 

 


[1] Bahtiyar Mehmet, Ortaklıklar Hukuku, İstanbul 2020, s. 136.

[2] KIRCA, İsmail (ŞEHİRALİ ÇELİK, Feyzan Hayal/ MANAVGAT, Çağlar), Anonim Şirketler Hukuku Cilt 1, 1. Baskı, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, Ankara 2013, s. 413.

[3] 7405 Sayılı Kanun’un genel Gerekçesi.

[4] 7405 Sayılı Kanun m. 15’in Gerekçesi.

[5] 7405 sayılı Kanun’un Genel Gerekçesi.

[6] 7405 sayılı Kanun m. 15’in Gerekçesi.

[7] 7405 sayılı Kanun m. 15’in Gerekçesi.

[8] Başlangıç sermayesi 2020 yılı için 200.000 TL’yken; 2021 yılı için 218.220’dir. Bkz. Sermaye Piyasası Kurulu Bülteni, S. 2021/65, T. 30.12.2021 (https://www.spk.gov.tr/Bulten/Goster?year=2021&no=65), (31.07.2022).

ANAYASA MAHKEMESİ KARAR İNCELEMESİ: KATMA DEĞER VERGİSİNDE MÜLKİYET HAKKI İHLALİ

Öğr. Gör. Hacer KABA

 

Dava konusu olay[1] “Başvuru, ihtirazi kayıtla verilen düzeltme beyannamesi üzerinden yapılan vergi tarhiyatlarına ve kesilen vergi ziyaı cezasına karşı açılan davanın esası incelenmeden reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.” Uyuşmazlık konusu olayda, başvurucunun mal alımında bulunduğu firma hakkında düzenlenen vergi tekniği raporunda, vergi mükellefi firmanın iş ve eylemlerinde sahte fatura düzenlediği tespit edilmiştir. Davacıdan bu alımlarına ait katma değer vergisinin (KDV) tenzil edilmesi istenmiştir. Bu kısmın tenzil edilmemesi halindeyse olumsuz mükellefler listesine alınacağı ifade edilmiştir. Başvurucu bunun üzerine olumsuz mükellefler listesine girmemek için vergi idaresine ihtirazi kayıtla düzeltme beyannamesi vermiştir. Vergi idaresi bu beyanname üzerinden KDV, damga vergisi ve gecikme faizi tahakkuk ettirerek vergi ziyaı cezası kesmiştir. Bunun üzerine davacı, kesilen vergi cezalarının iptali istemiyle Vergi Mahkemesinde dava açmıştır. Başvurucu dava dilekçesinde; olumsuz mükellef listesine girmemek için vergi idaresince düzeltme beyannamesi vermeye zorlandığını ve bu şekilde baskı altında beyanname vermek zorunda kalmasının haksızlık olduğunu ileri sürmüştür. Davacı ilgili mükelleften yaptığı alışların gerçek olduğunu, söz konusu alışlara yönelik KDV'nin yasalara uygun şekilde kanuni defterlere kaydedilerek indirim konusu yapıldığını ifade etmiş ve şirket hakkında yapılmış kapsamlı bir vergi incelemesinin bulunmadığını iddia etmiştir.

Vergi Mahkemesi kararında; verilen düzeltme beyannamesinin özgür iradeyle verilmediğini, olayın gerçek mahiyetini ortaya çıkaracak bir incelemenin yapılmadan vergi idaresinin zoru altında verilen düzeltme beyannamesi üzerinden kesilen KDV, damga vergisi, vergi ziyaı cezası ile hesaplanan gecikme faizlerinin hukuka aykırı olduğunu belirtmiştir.  Vergi İdaresi, Mahkeme kararına karşı istinaf yoluna başvurmuştur. İstinaf incelemesi sonucunda Bölge İdare Mahkemesi yerel mahkeme kararının kaldırılmasına karar vermiştir. Mahkeme kanuni süresinden sonra ihtirazi kayıtla verilen beyannamenin kabul edilemez olduğunu ve süresinden sonra verilen beyanname üzerinden vergi ziyaı cezası kesilmesinin elzem olduğunu ifade etmiştir. Davacı, mal ve hizmet alımında bulunduğu şirketin olumsuz kod listesinde yer almasından dolayı Vergi İdaresi tarafından yapılan uyarı üzerine düzeltme beyannamesi vermek zorunda bırakıldığını, emsal mahkeme kararlarının davacıların lehine sonuçlandığını belirtmiştir. Daha önce bu konuya benzer mahkeme kararlarında davacıların lehine sonuçlanmıştır.[2] Başvurucu, ihtirazi kayıtla verilen beyanname üzerinden kesilen vergi ziyaı cezasına karşı açtığı davanın söz konusu beyannamenin kanuni süresi geçtikten sonra verildiğinin iddia edilmesi sonucu reddedilmesinin eşitlik ilkesi,  mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

Mahkeme davanın mülkiyet hakkının ihlali iddiası çerçevesinde değerlendirilmesine karar vermiştir. Mahkeme “ihtirazi kayıtla verdiği beyannameler üzerinden yapılan tarh ve tahakkuk işlemleri sonucu KDV ve damga vergisi ile bu vergilere ait gecikme faizi ve vergi ziyaı cezası ödemelerinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği” hususunun şüphesiz kabul edilebilir olduğunu vurgulamıştır. Mahkeme ihtirazi kayıtla verilen düzeltme beyannamesi üzerinden yapılan vergilendirmeye ve kesilen cezaya karşı açılan davanın derece mahkemesi tarafından reddedilmesinin ölçüsüz olduğunu ve bundan dolayı mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. Bölge İdare Mahkemesi kararının 1982 Anayasasının 35. maddesinde[3] düzenlenen mülkiyet hakkını ihlal ettiği açıkça görülmektedir. Dava konusu olay incelendiğinde mükellefin vergi idaresinin istemi üzerine düzeltme beyannamesi verdiği görülmektedir. Ayrıca dava konusu olaya benzer konularda davacı lehine sonuçlanan emsal kararlar bulunmaktadır. Bu yönüyle mahkemenin emsal kararların aksine verdiği kararda hukuken çelişki bulunmaktadır. Derece mahkemesi olayın gerçek mahiyetini yeterince araştırmadan karar vermiştir. Vergi mahkemesi kararının aksine karar veren derece mahkemesinin kararı hukuka uygun değildir. Uygulamada uyuşmazlık konusu olaya benzer birçok olay meydana gelmektedir. Vergi idaresi mükellefle ilgili karar verirken gerekli incelemeleri yapmalı, olayın gerçek mahiyetini yeterince araştırıp bu yönde karar vermelidir. Anılan gerekçelerden dolayı Anayasa Mahkemesi kararının hukuka uygunluğu açıktır.

 

[1] Anayasa Mahkemesi, Onur Oral, B. No: 2019/15602, 22/2/2022.

[2] Örnek kararlar için bakınız: Anayasa Mahkemesi, Yavuz Çanğa, B. No: 2019/13139, 29/12/2021 ve Bilnam İşletmecilik ve Ticaret A.Ş. (Eski Unvanı-Bilnam İşletmecilik ve Tic. Ltd. Şti.), B. No: 2016/3675, 3/11/2020.

[3] “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

 

 

UYUŞMAZLIKLARIN  BARIŞÇIL ÇÖZÜMÜNDE YARGI DIŞI YOLLAR VE KUVVET KULLANIMI ÜZERİNE DEĞERLENDİRME

Öğr. Gör. Dr. Naziye DİRİKGİL

Günümüz konjonktürünü şekillendiren olaylar çatışmalar ekseninde yoğun bir şekilde ilerlemeye başladı. Uluslararası hukuka yoğun bir şekilde konu olan bu durumlar uyuşmazlıkların çözümünde de nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini tartışmaların odak noktası haline getirdi. İnsanlık tarihi boyunca gerek ilkel toplumlarda gerekse modern toplumlarda uyuşmazlıkların çözümü için farklı yollara başvurulmuştur. Bu toplumlarda uyuşmazlığın çözümüne başvurulmasındaki en temel sebep sosyal düzenin korunması olmuştur.[1] Toplumlar ve devletler arasında yaşanan bu uyuşmazlıkların kuvvet kullanımına dönüşmesinin engellenmesi ve sosyal düzenin korunması için çeşitli yollara başvurulmuştur. Hukuki açıdan bu uyuşmazlıkların kuvvet kullanımına dönüşmeden başvurulan yolları barışçı çözüm yolları olarak ifade edilmektedir. Bu barışçı çözüm yolları uluslararası hukukta temel alınan iki tür uyuşmazlık çözüm yolları olarak belirtilen yargı dışı ve yargısal nitelikte olan, Birleşmiş Milletler (BM) Andlaşması’nın 33. maddesinin birinci paragrafında belirtilen çözüm yollarıdır. BM Andlaşması’nın belirtilen ilgili maddesine göre yargı dışı çözüm yolları görüşme, soruşturma, arabuluculuk ve uzlaşma iken yargısal çözüm yolları tahkim (hakemlik) ve mahkemelerdir.[2] Yargısal çözüm yolları devletler arasında yapılan anlaşmalara özel olarak kurulan yargı organları ile bir uyuşmazlığın çözümüdür. Genel bir uygulama olarak uluslararası hukukta devletlerin anlaşmalara uymasının temelinde Pacta Sunt Servanda yani ahde vefa ilkesi yatmaktadır. Uluslararası hukuka uygunluğun sağlanması mekanizmaları ise anlaşmalara uyumun teşviki üzerine çalışmalar yapmakta ve devletlerin anlaşmalara uymasını sağlamaya çalışmaktadır.

BM Andlaşması’nın VI. Bölümü Uyuşmazlıkların Barışçı Yollarla Çözülmesi başlığını taşımakta olup, madde 33(1)’de bahsedilen yolların dışında Güvenlik Konseyi de bu bölümde uyuşmazlıkların barışçı çözümüne katkıda bulunmakla yetkilendirilmiştir. BM Anlaşması’nın 33. maddesinde belirtilen bu hususlar ile ilgili olarak BM Güvenlik Konseyi gerek gördüğü durumlarda tarafları, uyuşmazlığı çözmeye davet edebilir. Ayrıca Güvenlik Konseyi uyuşmazlığın devamının uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiğini araştırmaya yönelik bir araştırma-soruşturma komisyonu kurabilmektedir.[3]

Uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesinin temelinde yatan genel kural ise ‘kuvvet kullanma yasağı’dır. BM Antlaşması’nın madde 2(4)’teki hükmü, geniş kapsamlı bir yasak olarak değerlendirilmelidir. Uluslararası hukukta kuvvet kullanılmasını ve kuvvet kullanma tehdidinde bulunulmasını açıkça yasaklayan söz konusu hüküm şu şekildedir: “Teşkilatın üyeleri, milletlerarası münasebetlerinde gerek bir başka devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletlerin amaçları ile telif edilemeyecek herhangi bir surette, tehdide veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.’’[4] BM Andlaşması madde 2(4)’ün getirdiği silahlı saldırı yasağı “jus cogens’’ kuralı niteliğinde olup uluslararası hukukunun en temel normlarından biri haline gelmiştir. Aynı şekilde söz konusu düzenleme, evrensel nitelikli bir örf ve adet hukuku kuralının oluşumuna da kaynaklık etmiştir. Böylece kuvvet kullanma yasağı, sadece BM’e üye olan devletler için değil, BM’e üye olmayan devletler için de geçerli bir yasak haline gelmiştir. BM Andlaşması ile kuvvet kullanma yasağının istisnalarına da yer verilmiştir. Bunlar, meşru müdafaa ve Güvenlik Konseyi kararı ile kuvvet kullanmadır. Devletlere bir hak olarak tanınan meşru müdafaa, sadece silahlı saldırının gerçekleşmesi durumunda kullanılabilir. Uluslararası barış ve güvenliğin tehlikeye düşmesi durumunda ise Güvenlik Konseyi, BM Antlaşması’nın VII. bölümü ile kendisine verilen yetkiyi kullanarak, devletlere kuvvet kullanma yetkisi verebilir.

Kuvvet kullanma yasağının teşvik ettiği bir yol olan uyuşmazlıkları barışçıl yollarla çözme yöntemleri ise şu şekildedir. Uluslararası hukukta görüşme, iki veya daha çok devletin aralarındaki bir uyuşmazlığı giderme, bir konuda ortak hareket etme veya akdedilecek bir sözleşme gibi konularda sözlü veya yazılı olarak iletişim kurmasıdır. Görüşmelerde, görüşülecek konunun taraflarının rızasıyla, taraflar dışında üçüncü devletlerin de gözlemci olarak yer alması mümkündür. Çok taraflı görüşmeler, kongre veya konferans olarak isimlendirilmektedir. Bir uluslararası uyuşmazlık ortaya çıktığında öncelikle görüşme yönteminin denenmesi artık bir uluslararası teamül kuralı haline gelmiştir.[5]

Dostça girişim uyuşmazlıkların sona erdirilmesi amacı ile üçüncü bir kişinin, devletin veya uluslararası örgütün taraflar ile görüşmeye başlaması ve dost olarak uyuşmazlığın çözümü için çalışmasıdır. Dostça girişim tarafların çözüm konusundaki rızaları ile birlikte başlamaktadır ve taraflar dostça girişim tarafından getirilen önerileri kabul veya reddetme hakkına sahiptirler. Dostça girişimin temeli 1907 La Haye Sözleşmeleri’ne dayanmaktadır. Dostça girişim, taraflardan birinin veya her ikisinin talebi ile olabileceği gibi, üçüncü uluslararası hukuk kişisinin re’sen harekete geçmesi ile de mümkün olabilir. Dostça girişim, taraflar için tavsiye niteliğindedir ve bağlayıcı özelliği yoktur. Dostça girişimi gerçekleştiren üçüncü uluslararası hukuk kişisinin bu fonksiyonu, tarafları bir araya getirerek müzakerelere başlamasını sağlamakla sona erer. Yani, müzakerelerde hazır bulunma ve müzakereleri sonuca bağlama görevi yoktur.

Arabuluculuk ise üçüncü bir devletin veya uluslararası bir örgütün (kimi zaman bir bireyin) uyuşmazlığa taraf olan devletler ile görüşmelerde bulunması ve bu görüşmelere bizzat kendisinin de katılmasıdır. Arabuluculuğun da temeli 1907 La Haye Sözleşmesi’ne dayanmaktadır. Arabuluculuk, barışçı çözüm yollarından görüşme ve dostane girişimin başarısız olduğu durumlarda devreye girer. Arabuluculuk, bu iki yöntemden bir seviye daha ileridedir ve üçüncü uluslararası hukuk kişisinin buradaki müdahalesi daha yoğundur. Uygulamada arabulucuların, sadece tarafları bir araya getirerek çekilmediği, aynı zamanda müzakerelere katılarak konunun özüne dair çözüm önerileri sundukları görülmektedir. Arabuluculuk ile ilgili olarak belirtilmesi gereken bir diğer nokta ise BM Genel Sekreteri’nin rolü olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan Kıbrıs konusunda kendi ismi ile anılan Annan planını önermiştir. Her ne kadar Annan planı kabul edilmeyip yürürlüğe konmasa da Arabuluculuk ile ilgili olarak BM Genel Sekreterleri’nin yaptığı arabuluculuk faaliyetlerinden bir tanesini oluşturmaktadır. Arabulucu, üçüncü bir devlet olabileceği gibi, bir uluslararası örgüt ya da etkili bir gerçek kişi de olabilir. Arabulucu, taraflardan birinin veya tüm tarafların çağrısı üzerine devreye girebileceği gibi re’sen de harekete geçebilir. Re’sen harekete geçme durumunda da şüphesiz ki bu konuda uyuşmazlık taraflarının rızası gerekecektir. Arabuluculuğun ortaya çıkardığı netice taraflar için bağlayıcı değildir. Zira bu müessese, bir hakemlik veya mahkeme değildir. Arabuluculuk ile dostça girişim birbirine benzer yöntemlerdir. Ancak arabuluculukta, dostça girişimden farklı olarak arabulucu sadece tarafları bir araya getirmekle yetinmez. Aynı zamanda müzakerelere katılır, çözüm önerileri sunar. Bu özellikleri nedeniyle dostça girişimden bir basamak daha etkili bir barışçı çözüm yoludur.

Uzlaştırma uyuşmazlık ile ilgili olarak devletlerin bir kuruma bunları sunmaları ve incelemesinin yapılması, uyuşmazlığın çözümüne yönelik öneriler getirmesini talep ettikleri barışçıl bir çözüm yöntemidir. Uzlaştırma, uyuşmazlığın taraflarının bağımsız bir organ oluşturarak, bu organdan konuyu incelemelerini ve kendilerine çözüm önerileri sunmalarını istemeleri yöntemidir. Arabuluculuktan farkı, bu yöntemde tarafların kurduğu bağımsız bir organın çözüm önerileri sunuyor olmasıdır. Bu sayede arabuluculuktaki siyasi etkilerden de uzak, objektif bir sonuca ulaşılabilmesi de daha çok mümkün olabilecektir. Uzlaştırma yöntemine, kural olarak uyuşmazlığın doğmasından önce, tarafların aralarında yapacakları bir andlaşmada bu yöntemi zorunlu kabul etmesi ile başvurulur. Ancak uyuşmazlığın doğumundan sonra ve bir zorunluluk olmasa dahi yine bu yöntemin uygulanmasında bir engel yoktur. Uzlaştırma için kurulan bağımsız organ, uzlaştırma komisyonu olarak ifade edilir.

Uzlaştırma komisyonunun oluşumu hakemlik müessesesi ile benzerlik göstermektedir. Bu komisyonlar genellikle üç ya da beş kişiden oluşur. Kural olarak usul, tarafların seçtikleri birer ya da ikişer üyenin kalan üye veya üyeleri belirlemesidir. Ancak taraflar, üyelerin tamamını kendi aralarında da belirlemeyi kabul etmiş olabilirler. Eğer uyuşmazlık çıkmadan önce andlaşma ile oluşturulan bir uzlaştırma komisyonu mevcutsa, üyeleri de taraflarca belirlenmiştir. Bu belirleme, genellikle üç beş yıllık süreler için yapılır. Bu tip komisyonlara sürekli komisyon adı verilir. Ancak eğer uzlaştırma komisyonu, uyuşmazlık ortaya çıktıktan sonra kurulmuşsa bu durumda sürekli olmayan komisyondan bahsedilir.

Uzlaştırma usulü uygulamada yazılı ve sözlü olmak üzere 2 aşamadır. Uzlaştırma usulü gizlidir. Uzlaştırma komisyonunun görevi uyuşmazlığı inceleyip tarafları uzlaşabilecekleri bir çözüm üzerine yönlendirmek olup, sonunda tarafların uzlaşmasını sağlayabildiyse Komisyon Raporu bunu içerir. Anlaşma sağlanamamışsa da bu anlaşmazlık durumunu saptayarak raporda birtakım önerilerde bulunur. Uzlaştırma Komisyonu kararları bağlayıcı değildir. Komisyon Raporu’nun hukuksal etkisi tarafların rızasına bağlıdır.

Araştırma ve soruşturma komisyonu, uyuşmazlık konusuna ilişkin tüm incelemeleri yaptıktan sonra bir rapor hazırlar. Bu raporda uyuşmazlığa ilişkin tüm tespitlerin yapılması gereklidir. Ancak komisyon tarafından hazırlanan rapor, bağlayıcı değildir. Sürekli ya da ad hoc olabilir. Günümüzde uygulamada yalnızca olayların maddi verilerine ilişkin değil, bu verilerin hukuksal nitelikleri üzerinde de değerlendirmeleri kapsar. Maddi verileri araştırmanın ötesinde çözüm önerisi de getirebilir. Uyuşmazlıkların ararştırma ve soruşturma komisyonlarına götürülmesini öngören en önemli andlaşma 1977 yılında imzalanan 1949 Cenevre İnsancıl Hukuk Sözleşmelerinin Tamamlayıcı Protokolü olan I.Protokoldür.

Araştırma ve soruşturma komisyonu, taraflarca veya BM gibi uluslararası bir örgüt tarafından hakemlik organı gibi oluşturulmuş olsa da hakemlik müessesesinin özelliklerini taşımaz. Özellikle bağlayıcı olmayan kararları bağlayıcı hale gelmez. Uluslararası soruşturma komisyonlarının bir diğer kuruluş dayanağı da BM Şartı’nın 34. Maddesidir. Buna göre BM Güvenlik Konseyi (BMGK), bir uluslararası uyuşmazlığın doğması ve sürmesi halinde dünya barış ve güvenliğine zarar verecek boyuta ulaşıp ulaşmayacağını denetlemek üzere bir soruşturma komisyonu kurabilir.

 

 

 

[1] Hoebel, E. A. (1967). The law of primitive man, p.16.

[2] Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Adalet Divanı Statüsü 1945, (BM Andlaşması),  6535501-Birlesmis-Milletler-Antlasmasi.pdf (ombudsman.gov.tr)

[3] BM Andlaşması madde 34.

[4] BM Andlaşması madde 2(4)

[5] Pazarcı, H. (2020), Uluslararası Hukuk Dersleri-4, s. 7.

VERGİ İNCELEME SÜRELERİNE KARŞI DAVA AÇMA HAKKI

Öğr. Gör. Hacer KABA

Vergiden istenen verimin sağlanabilmesi için sadece yasalarla vergi koymak yeterli olmayıp verginin etkin denetiminin sağlanması gerekmektedir. Türk Vergi Sisteminde vergi denetiminin sağlanması amacıyla çeşitli kurumlar görevlendirilmiştir. 10/07/2018 tarih ve 1 No’lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 217. maddesinin g bendinde Hazine ve Maliye Bakanlığının görev ve yetkileri arasında “vergi incelemesi ve denetimine ilişkin temel politika ve stratejilerin belirlenmesi amacıyla çalışmalar yapmak ve belirlenen politikaların uygulanmasını sağlamak” olduğu ifade edilmiştir. Bu kapsamda vergi denetim faaliyeti Hazine ve Maliye Bakanlığının hizmet birimi olan Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı tarafından yürütülmektedir. Vergi denetim kurumu, vergi denetim ve inceleme standartlarına yönelik uygulanacak usul ve esaslarının belirlenmesiyle, vergi kaçırmak ve vergiden kaçınmak ile ilgili işlemlerin ortaya çıkarılması ve bu faaliyetlerin önlenmesine yönelik gerekli araştırma faaliyetlerinin yapılmasıyla görevlendirilmiştir. Vergi idaresi, vergi denetimini yoklama, vergi inlemesi, arama, bilgi toplama ve istihbarat arşivi olmak üzere dört farklı yolla yürütmektedir.

Vergi denetim yolları arasında önemli bir yeri olan vergi incelemesi, ödenmesi gereken vergilerin doğruluğunun araştırılmasıdır. Vergi Usul Kanununun (VUK) 135. maddesinde vergi incelemesi yapmaya yetkili olanlar; vergi müfettişleri, vergi müfettiş yardımcıları, ilin en büyük mal memuru veya vergi dairesi müdürleri, Gelir İdaresi Başkanlığının (GİB) merkez ve taşra teşkilatında müdür kadrolarında görev yapanlar şeklinde ifade edilmiştir. Vergi incelemesi yapmaya yetkili olanların incelemeyi belirli sürelerde tamamlamaları gerekmektedir. Vergi hukukunda vergi alacaklısının yetkileri, vergi yükümlüsü ve sorumlusunun hakları ve yükümlülükleriyle ilgili çeşitli sürelere yer verilmiştir. 213 sayılı VUK’un 140. maddesinde vergi inceleme sürelerine yönelik tam inceleme ve sınırlı inceleme usulüne göre iki tür süre öngörülmüştür; inceleme yapanlar tam inceleme yapılması halinde en fazla bir yıl, sınırlı inceleme yapılması halinde ise en fazla altı ay içerisinde incelemeyi bitirmek zorundadır. Bu süreler içinde incelemenin bitirilememesi halinde ise incelemeye yetkili olanların bağlı bulunduğu birim tarafından tam ve sınırlı incelemelerde altı ayı geçmemek üzere ek süre verilebilmektedir. Vergi incelemesine yetkili olanlar zamanaşımı süresince inceleme yapmaya yetkilidir.

Vergi hukukunda süreler hayati önem taşımaktadır. Vergi borcunu doğuran olayın yasal olarak tanımlanması gerektiği gibi vergiye dair sürelerin de kanunen düzenlenmesi gerekmektedir. Süre kavramı bir hakkın doğumuna ve kaybına yol açabilmektedir. Vergi hukukunda süreler hukuki sonuç doğurduğundan dolayı sürelerin yasal veya anayasal çerçevede düzenlenmesi gereklidir. Vergi incelemeleri bir hazırlık işlemi niteliğinde olduğundan ve icrai nitelikte olmadığından dolayı tek başına dava konusu edilememektedir. Ancak mükellefe ceza verilmesi durumunda ön işlemin hukuka aykırı olduğu ileri sürülebilmektedir. İncelemenin süresinde bitirilememesi veya zamanaşımı süresince inceleme yapılabilmesi mükellefler veya sorumlular açısından çeşitli sorunlar meydana getirebilmektedir. İnceleme sonucu ortaya çıkacak matrah farkı üzerinden mükellefe ceza öngörülür. Vergi borcunun doğumu ile tahakkuku arasındaki zaman ne kadar uzarsa mükellefin ceza yükümlülüğü de o kadar artacaktır. Bu nedenle zamanında bitirilmeyen inceleme sonucu mükellef hak kaybına uğrayabilecektir. Diğer bir deyişle vergi incelemesi süresinde bitirilemez ise mükellefin faiz yükü artabilecektir.

Vergi incelemesinin zamanında bitirilememesinin bir diğer sakıncası da belirsizliklerdir. İncelemeye tabi olan mükellefle ilgili artan belirsizlikler alıcılar, satıcılar, ortaklar, kredi kuruluşları ve yatırımcılar için bir risk unsuru olarak görülebilmektedir. Bu durumun mükellefin iş ve eylemlerine karşı söz konusu ekonomik unsurların tavırlarını olumsuz yönde etkileyebileceği düşünülmektedir. Aynı zamanda incelemenin zamanında bitirilememesi sorunu mülkiyet hakkına haksız müdahale oluşturabilecektir. Vergi inceleme sürelerine dair var olan yasal boşluğun vergi adaletini de etkilediği savunulmaktadır. Benzer durumda olan iki mükellef hakkında başlatılmış incelemelerin farklı zamanlarda bitirilmesinin söz konusu olduğu düşünüldüğünde aynı durumda olan mükelleflerin farklı tutarda vergi cezasıyla karşılaşması söz konusu olabilmektedir. Bu husus vergi adaleti açısından sorun teşkil edebilmektedir. Bütün bu durumlar göz önünde bulundurulduğunda vergi incelemelerinde süre kavramının oldukça önemli sonuçlara yol açabildiği görülmektedir. Neden olduğu bu sonuçlara karşın vergi incelemelerinin süresinde tamamlanmamasının yaptırımı, disiplin suçu gibi, iç düzenleyici işlem olması Türk Vergi Sisteminde önemli bir sorun teşkil etmektedir. Türk Vergi Sisteminde bu derece önemli olan bir konuyla ilgili yasa boşluk olduğu ve bu durumunda mükellef hakları açısından istenmeyen sonuçlara yol açabildiği açıkça görülmektedir.

KAYNAKÇA

Beşel, F. (2017). Türkiye’de Vergi Denetiminin Ekonomik ve Hukuki Etkinliği. Doktora Tezi. Sakarya: Sakarya Üniversitesi SBE.

Birskyte, L. (2013). Effects Of Tax Audıtıng: Does The Deterrent Deter?. Research Journal of Economics, Business and Ict. 8.2, 1-8.

Ceyhan,C. S., ve E. Öz. (2018). Vergi İncelemesi Sebebiyle Doğan Zararlardan İdarenin Sorumluluğu. Vergi Raporu. 232, 101-112.

Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkından Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (1 No’lu Kararname). (2018, 10 Temmuz). Resmi Gazete (Sayı: 30474). Erişim Adresi: https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2018/07/20180710.pdf

Ergen, Z., ve L. Kılınçkaya. (2014). Türkiye’de Vergi Denetim Sistemi ve Sistemin Aksaklıklarının Değerlendirilmesi. Sosyo Ekonomi. 1, 281-304.

Pehlivan, O. (2018). Vergi Hukuku. Trabzon: Celepler Matbaacılık.

Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği (Sıra No: 514). Resmi Gazete (Sayı: 30998). Erişim Adresi: https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2020/01/20200104-4.htm

 

Witte, A. D., ve D. F. Woodbury. The Effect Of Tax Laws And Tax Admınıstratıon On Tax Complıance: The Caseof The U.S. Indıvıdual Income Tax. National Tax Journal. 38.1, 1-13.

 

Yıldız, H. (2013). Vergi İnceleme İşleminin Bir İdari İşlem Olarak Unsurları Yönünden Hukuki Analizi. Erzincan Üniversitesi Hukuk Dergisi. 17.3-4, 129-154.

Yunt, A. (2016). Vergi İncelemesinin Yasal Dayanakları, Süreçleri ve Sonuçları. Mali Çözüm. Mayıs-Haziran, 189-215.

 

 

İCRA VE İFLÂS KANUNU UYARINCA BORÇLUYA SATIŞ YETKİSİ VERİLMESİNE DAİR YÖNETMELİK

Öğr. Gör. Akif GENÇ

24.11.2021 tarihli ve 7343 sayılı “İcra ve İflâs Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile İcra ve İflâs Kanunu’ndaki bazı hükümler değiştirilmiş, yeni hükümler eklenmiş ve bazı hükümler yürürlükten kaldırılmıştır. Eklenen maddelerden biri de “Borçluya satış yetkisi verilmesi” başlıklı 111/a maddesidir. Borcu nedeniyle malına haciz konulan kişiye malını kendisinin satmasına imkân tanıyacak bir düzenleme yapılmıştır. Bu hüküm uygulamada açık arttırma yoluyla yapılan satışların olumsuzluklarının giderilmesi amacıyla alternatif satış yolu olarak düzenlenmiştir[1]. Nitekim açık artırma yoluyla yapılan satışlardan sonra ihalenin feshi talep edildiğinde ihalenin feshi sürecinin dolayısıyla satışın neticelenmesi uzun zaman alabilmektedir.

7343 sayılı Kanun ile getirilen 111/a maddesi İcra ve İflâs Kanun değişikliğinin yürürlüğe girdiği, 30/11/2021 tarihinden itibaren uygulamaya geçmiştir. Bununla birlikte ilgili maddenin son fıkrasında maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar, Adalet Bakanlığınca yürürlüğe konulan yönetmelikle belirleneceği düzenlenmişti. Yani İcra ve İflâs Kanunu’na 7343 sayılı Kanun’la eklenen 111/a maddesinde düzenlenen borçluya satış yetkisi verilmesine ilişkin olarak Yönetmelik çıkarılması zorunluluğu bulunmasına rağmen Yönetmelik beklenmeden uygulamaya derhal geçilmişti. Kanun hükmünde öngörülen yönetmelik nihayet “İcra ve İflâs Kanunu Uyarınca Borçluya Satış Yetkisi Verilmesine Dair Yönetmelik” başlığı ile 28.05.2022 tarihinde resmi gazetede yayımlanmıştır. Böylelikle ilgili maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esasları düzenleyen yönetmelik yürürlüğe girmiş oldu.

İcra ve İflâs Kanunu 111/a maddesinin ilk fıkrasına göre borçlu, kıymet takdirinin tebliğinden itibaren 7 gün içinde haczedilen malının rızaen satışı için kendisine yetki verilmesini talep edebilir.  Kıymet takdiri yapılmadığı durumlarda borçlu da kıymet takdiri yapılmasını isteyip sonra satış yetkisinin verilmesini isteyecektir. Satış yetkisinin verilmesi için düzenlenen 7 günlük süre kanunda düzenlendiğinden kesin süre olarak kabul edilmektedir[2]. Borçlunun rızaen satış işlemlerinde, Yönetmelik[3] ekinde yer alan rızaen satış yetki belgesi basılı kâğıt olarak kullanılacaktır (Yönetmelik m.4/1). Yönetmelik madde 5’te rızaen satış yetki belgesinin muhtevası düzenlenmiştir. İcra müdürü, kıymet takdirinin kesinleşmesinden sonra cebrî satış işlemlerini durdurarak satış yetkisi isteyen borçluya bir yetki belgesi düzenleyerek on beş günlük süre verir. Bu süre, yetki belgesinin borçluya tebliğinden itibaren başlar (Yönetmelik m.9/2). Borçluya verilen sürenin başlangıcından üçüncü fıkra uyarınca verilen icra mahkemesinin kararına kadar geçen sürede alacaklı bakımından satış isteme süresi işlemeyecek.

Bu satışta teklif edilen bedel, hacizli malın muhammen kıymetinin yüzde doksanı ile güvence altına alınan ve satış isteyenin alacağına rüçhanı olan alacakların toplamından hangisi fazla ise bu miktardan ve ayrıca mahcuz mal için bu aşamaya kadar yapılan takip masrafları toplamından fazla olması gerekir.

Borçluyla anlaşan alıcının belirlenen bedeli borçluya verilen on beş günlük süre içinde dosyaya ödemesi hâlinde icra müdürü, gerekli bilgi ve belgeleri temin ettikten sonra şartların bulunduğunu tespit ederse satışın onayı ile malın devir ve teslim işlemlerinin yapılmasına karar verilmesi için dosyayı derhâl icra mahkemesine gönderir. Mahkeme, en geç on gün içinde yapacağı inceleme sonucunda dosya üzerinden talebin kabulüne veya reddine kesin olarak karar verir. Kabul kararıyla malın mülkiyeti alıcıya geçer ve tüm hacizler kaldırılarak devir ve teslim işlemleri gerçekleştirilir.  Rızaen satışa konu malın sicile kayıtlı olması hâlinde icra müdürü, tescil işleminin yapılması amacıyla tescil belgesini ilgili kurum veya kuruluşa mahkeme kararını ekleyerek gönderir (Yönetemlik m. 14/2). Rızaen satış konusu mal alıcıya teslim edilmedikçe veya teslime hazır hâle getirilmedikçe alıcının dosyaya yatırmış olduğu bedel alacaklılara ödenmez (Yönetemlik m. 14/4). Ret kararı verilmesi hâlinde yatırdığı bedel alıcıya iade edilir. Mahkemece rızaen satış talebinin reddine karar verilmesi durumunda, bu kararın icra dairesine gönderilmesinden itibaren üç iş günü içinde satış bedeli alıcının bildirdiği banka hesabına iade edilir (Yönetmelik m. 13/3).

Borçluya satış yetkisi verilmesine ilişkin düzenleme hem taşınır hem de taşınmaz mallar için kabul edilmiştir[4].  Diğer taraftan bu düzenleme haciz yoluyla yapılan takipler için kabul edilmiş olup rehnin paraya çevrilmesi yoluyla yapılan takiplerde borçluya ve iflas yoluyla yapılan takiplerde müflise satış yetkisi vermemektedir[5].

 


[1] Hakan PEKCANITEZ, 7343 Sayılı Kanun’la İcra ve İflâs Kanunu’nda Yapılan Değişikliklerin Değerlendirilmesi Sempozyumu, 13.05.2022, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi.

[2] Hakan PEKCANITEZ, 7343 Sayılı Kanun’la İcra ve İflâs Kanunu’nda Yapılan Değişikliklerin Değerlendirilmesi Sempozyumu, 13.05.2022, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi.

[3] İcra ve İflâs Kanunu Uyarınca Borçluya Satış Yetkisi Verilmesine Dair Yönetmelik

[4] Hakan PEKCANITEZ, 7343 Sayılı Kanun’la İcra ve İflâs Kanunu’nda Yapılan Değişikliklerin Değerlendirilmesi Sempozyumu, 13.05.2022, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi.

[5] Serdar KALE, İcra ve İflas Hukukunda Online Satış, blog.lexpera.com.tr

 

ANONİM ORTAKLIKLARDA YÖNETİM KURULU KARARLARININ BUTLANI HALLERİNE GENEL BİR BAKIŞ

Öğr. Gör. Dr. Nihan DEĞİRMENCİOĞLU AYDIN

Giriş

Anonim ortaklıklarda ortaklığın yönetimi ve üçüncü kişilere karşı temsili yönetim kurulu tarafından yerine getirilir. Genel kurulun yetkisi dışında kalan ortaklıkla ilgili hususlarda karar alma yetkisi yönetim kurulunda olup, kurul bu yetkisini kullanırken hukuka aykırı kararlar alabilir. Bunun sonucunda bu kararların hükümsüzlüğü konusu gündeme gelmektedir. Yönetim kurulunun bu kararları ortaklığı, pay sahiplerini, ortaklık alacaklılarını, hatta gelecekte pay sahibi olacak muhtemel kişileri dahi etkileyebilir. Bu nedenle yönetim kurulu kararlarının bir yaptırıma tabi olması önem taşır. Yönetim kurulunun butlan halleri TTK md. 391’de “Batıl Kararlar” üst başlığında düzenlenmiştir[1]. Hükümde “özellikle” ifadesinden de anlaşıldığı üzere butlan halleri sınırlı sayıda (numerus clausus) belirtilmemiş olup, örnekleyici niteliktedir. Nihayet BK md. 27’de sayılan hallerde de yönetim kurulu kararları batıl olabilir[2].

Mehaz kanuna baktığımızda yönetim kurulu kararlarının butlan sebepleri TTK md. 391’deki gibi sayılmamıştır. İsviçre hukukunda genel kurul kararlarının butlanına ilişkin İsv. BK md. 706b’ye atıfta bulunarak (İsv. BK md. 714), genel kurul kararlarının butlanı hallerinin, yönetim kurulu kararlarına da uygulanacağı düzenlenmiştir[3].

Bu konuda üzerinde önemle durulması gereken husus butlan hallerinin dar yorumlanmasının hukuk ve işlem güvenliği açısından önem taşıdığı hususudur. Çünkü yönetim kurulu kararının butlanı halinde alınan karara dayanılarak yapılan işlemler kural olarak geriye etkili olarak hüküm doğurur, diğer bir anlatımla baştan itibaren geçersizdir. Bu geçersizlik hiçbir süreye tabi olmaksızın her zaman ileri sürülebilmesi ve hiç kimseye karşı hüküm ifade etmemesi tehlikesi ve tehdidi pay sahiplerinde, ortaklıkta, alacaklılarda ve sermaye piyasasındaki potansiyel yatırımcılarda olumsuz bir algı yaratmaktadır[4].

Batıl yönetim kurulu kararları baştan itibaren hükümsüz olup, bu husus itiraz olarak ileri sürülebileceği gibi tespit davasına da konu olabilir[5]. TTK md. 391’de tespit davasını kimlerin açacağı düzenlenmediği için ilgisini ispatlayan herkes süreye bağlı olmaksızın bu davayı açabilir. Bu çerçevede şüphesiz yönetim kurulu ve menfaatlerini ilgilendirdiği ölçüde ortaklık alacaklıları da tespit davasını açabilir[6]. Açılacak tespit davasında davacı, yönetim kurulunun hükümsüzlüğünü ileri süren ilgili kişi olup, davalı ise şirket tüzel kişiliğidir[7]. Yönetim kurulu kararının butlanın tespiti davası ticari dava olup (TTK md. 4), görevli mahkeme ortaklık merkezinin bulunduğu yer (HMK md. 6/1) asliye ticaret mahkemesidir (TTK md. 5).

  1. Butlan Halleri
  1. Eşit İşlem İkesine Aykırı Kararlar

TTK md. 391/1-a bendinde eşit işlem ilkesine aykırı yönetim kurulu kararlarının batıl olduğu belirtilmesine karşın, eşit işlem ilkesinin nisbi veya mutlak anlam taşıdığı hangi hallerde batıl olacağı açıkça düzenlenmemiştir. TTK md. 391’in gerekçesinde “Tasarı 357’inci maddede eşitlik ilkesine açıkça yer verdiği için artık bu ilkeye aykırı kararlar kolayca belirlenebilecektir” şeklinde bir ifade mevcuttur. TTK md. 357’de nispi eşitlik ilkesi benimsendiği için sadece nispi eşitlik ilkesine aykırı yönetim kurulu kararlarının batıl olabileceği akla gelebilir. Ancak sadece nispi değil, mutlak eşit işlem ilkesini açıkça ihlal eden kararlarında batıl olacağını belirtmek gerekir[8].

  1. Anonim Şirketin Temel Yapısına Uymayan Kararlar

Yönetim kurulu kararlarının bir diğer butlan sebebi anonim şirketin temel yapısına uymayan kararlarıdır (TTK m. 391/1-b) . Anonim şirketin temel yapısına uymamanın butlan yaptırımına tabi olacağı, genel kurul kararlarının butlanını düzenleyen TTK md. 447/1- c’de de düzenlenmiştir. Anonim şirketin temel yapısına uymayan kararların neler olduğu hususunda gerekçede düzenleme vardır. Gerekçeye göre anonim şirketin tanımına, pay sahiplerinin hakları ve borçları düzenine ve organsal yapısına aykırı kararlar temel yapıya, diğer bir ifade ile anonim şirketi taşıyan ana kolonlara aykırıdır[9]. Bu çerçevede anonim şirketin temel yapısına aykırı yönetim kurulu kararlarına şunlar örnek verilebilir: Pay sahibine sermaye borcu dışında rıza dışı ek ödeme yükümlülüğü getiren, yönetim kurulunun anonim şirketin işletme konusunu elde etmek için gerekli faaliyetleri yapması yerine, şirketin malvarlığını kiraya verip bu kira gelirinden kazanç sağlaması, genel kurulda pay sayısına göre değil de, itibari değere bakmaksızın pay sayısına veya kafa sayısına oy kullanılmasına yönelik yönetim kurulu kararları batıldır[10].

  1. Sermayenin Korunması İlkesine Aykırı Kararlar

Sermayenin korunması ilkesi, anonim ortaklığın sınırlı sorumlu bir ticaret ortaklığı olmasından kaynaklanan bir ilkedir[11]. Sermayenin korunması ilkesi anonim ortaklığın sermaye şirketi olması ile ortaklık alacaklılarının başvurabilecekleri tek ekonomik kaynağın malvarlığı olması sebebiyle çıkarlarını koruma düşüncesine dayanmaktadır[12].

Sermayenin korunması ilkesine aykırı kararlar sermayenin şirketin menfaatleri doğrultusunda değil de, şirket ortakları menfaatine kullanılan veya sermayenin azalmasına veya değer kaybetmesine, ifa edilmemesine veya iadesine kasti zararlarla yol açan kararlardır[13]. Bu konuda sermayenin iadesi yasağına rağmen şirketin kasasından ödenmek üzere pay sahiplerine şirketten çıkma hakkı tanınması, kayıtlı sermaye sisteminde yönetim kurulunun pay bedelini itibari değerin altında belirlemesi, pay sahibi olmayan yönetim kurulu üyelerine kar payı avansı dağıtılmasına, sermaye için faiz ödenmesine, karşılığı ödenmeksizin hamiline senet çıkarılabilmesine, pay sahiplerinin ve yöneticilerin şirkete borçlanabilmesine yönelik alınan kararlar örnek verilebilir[14].

  1. Pay Sahiplerinin Özellikle Vazgeçilmez Nitelikteki Haklarını İhlal Eden veya Bunların Kullanımını Kısıtlayan ya da Güçleştiren Kararlar

Yönetim kurulu kararlarının butlanına sebep olan bir diğer hal ise TTK md. 391/1-c’de pay sahiplerinin özellikle vazgeçilmez nitelikteki haklarını ihlal eden veya bunların kullanımını kısıtlayan ya da güçleştiren kararlar şeklinde düzenlenmiştir. Hükmün gerekçesinde belirtilmekle birlikte, hükmün lafzından da anlaşıldığı üzere “özellikle” ifadesinden sadece vazgeçilemez nitelikte haklar değil, vazgeçilemez nitelikteki olmayan diğer haklarında bu hüküm kapsamında olduğu anlaşılmaktadır[15].

Bununla beraber vazgeçilemez haklar pay sahibinin peşin rızası ile dahi sınırlandırılmayan veya ortadan kaldırılamayan kanunen tanınan ve korunan, gerektiğinde sınırları kanu­nen gösterilen haklardır[16]. Buna göre genel kurula katılma, öneride bulunma, özel denetim isteme hakkı, bilgi alma hakkı, tüm dava haklarıyla azlık hakları, asgari oy hakkı, iptal davası açma hakkı, butlanın tespitini açma hakkı yönetim kurulu veya yöneticiler hakkında sorumluluk davası açma pay sahibine tanınan vazgeçilmez nitelikte haklar olup, bu hakları sınırlayan veya ortadan kaldıran yönetim kurulu kararları batıldır[17].

Hükmü ihlal eden kararlara gerekçede şu örnekler verilmiştir: İptal davasının açılabilmesinin yönetim kurulunun onayına tâbi tutulması; kâr elde etmek ve paylaşmak amacının terki; genel kurula giriş kartı verilmesinin veya pay sahibinin bilgi alma ve incelemenin (TTK md. 437) yönetim kurulunun istediği bir taahhütnamenin imzalanması şartına bağlanması; genel kurula temsilci ile katılmanın (m. 425) yasaklanması, bağımsız ve kurumsal temsilciler için (madde 428) ortaklığa teminat yatırılması zorunluluğunun getirilmesi[18].

  1. Diğer Organların Devredilemez Yetkilerine Giren ve Bu Yetkilerin Devrine İlişkin Kararları

Kanunda sayılan yönetim kurulunun son butlan hali ise diğer organların devredilmez yetkilerine giren ve bu yetkilerin devrine ilişkin kararlardır[19]. TTK’da anonim şirketin organları genel kurul ve yönetim kurulu olarak düzenlenmiştir. Bu kapsamda yönetim kurulu genel kurulun devredilemez yetkilerine giren bir konuda veya bu devredilemez yetkilerini devrine ilişkin bir karar alması halinde alınan karar batıl olacaktır[20].

Genel kurulun devredilmez yetki TTK md. 408’de düzenlenmiştir. Hükme göre esas sözleşmenin değiştirilmesi, denetçilerin seçimi ve görevden alınması, yönetim kurulu üyelerinin seçimi, süreleri ibra hakları gibi konular genel kurulun devredilemez görev ve yetkileri olup, yönetim kurulunun bu konuda vereceği kararlar batıldır[21].

 

 


[1] Kırca, kurumu ifade için TBK’da “Kesin Hükümsüzlük” terimi kullanılırken, TTK md. 391’de “Batıl Kararlar” diğer bir ifade ile “butlan” teriminin kullanılmasını eleştirmiştir. Yazar, TTK’nın TMK’nın ayrılmaz bir parçası ve TBK’nın da TMK’nın beşinci kitabı ve onun tamamlayıcı olması üzerine TTK’da butlan deyimi yerine kesin hükümsüzlük teriminin tercih edilmesinin daha yerinde olacağını ifade etmiştir (Kırca, İsmail/ Şehirali Çelik, Feyzan Hayal/ Manavgat, Çağlar, Anonim Şirketler Hukuku, C. 1, Ankara, s. 513, dp. 363).

[2] Çamoğlu, Ersin (Tekinalp, Ünal/ Poroy, Reha), Ortaklıklar Hukuku I, 2014, İstanbul, N. 534; Kırca (Şehirali Çelik/ Manavgat), s. 515.

[3] Tekinalp, Ünal, Yeni Anonim ve Limited Ortaklıklar Hukuku ile Tek Kişi Ortaklığın Esasları, İstanbul 2011, s. 153; Kırca (Şehirali Çelik/ Manavgat), s. 514.

[4] Özkorkut, Korkut, Anonim Ortaklıklarda Yönetim Kurulu Kararlarının İptali, Ankara 1996,s.  94; Akdağ Güney, Necla, 6102 Sayılı Türk Ticaret Kanununa Göre Anonim Şirket Yönetim Kurulu, İstanbul 2012, s. 160-161; Üçışık, H. Güzin, “Türk Hukuku'nda Anonim Şirket Yönetim Kurulu Kararlarının Sakatlığı Konusunda Getirilen Düzenlemelerin Değerlendirilmesi”, Finansal Araştırmalar ve Çalışmalar Dergisi, 3 (5), s. 57.

[5] Çamoğlu (Tekinalp/ Poroy), N. 534; Akdağ Güney, s. 159; Kortunay, Ayhan, 6102 Sayılı Türk Ticaret Kanuna Göre Anonim Şirketlerde Yönetim Kurulu ve Üyelerinin Bilgi Edinme Hakkı, İstanbul 2015, s. 168.

[6] Çamoğlu (Tekinalp/ Poroy), N. 534; Kortunay, s. 168; Akdağ Güney, s. 159.

[7] Kortunay, s. 168; Yüce, Aydın Alper, Anonim Şirketlerde Yönetim Kurulu Kararlarının Butlanı, İstanbul 2015, s. 199.

[8] Kortunay, s. 165.

[9] TTK md. 391’in Gerekçesi.

[10] Tekinalp, s. 153-154; Bahtiyar, Mehmet, Ortaklıklar Hukuku, İstanbul 2015, s. 219; Akdağ Güney, s. 160.

[11] TTK Genel Gerekçe 57 Nolu paragraf.

[12] Yüce, s. 151.

[13] Tekinalp, s. 154; Kortunay, s. 166.

[14] Tekinalp, s. 154; Kırca (Şehirali Çelik/ Manavgat), s. 519; Bahtiyar, s. 219; Kortunay, s. 166.

[15] TTK md. 391’in Gerekçesi.

[16] Tekinalp, s. 199; Tekinalp (Çamoğlu/ Poroy), N.  870e; Bahtiyar, s. 304.

[17] Tekinalp, s. 154, 199-200; Tekinalp (Çamoğlu/ Poroy), N.  870e; Bahtiyar, s. 220.

[18] TTK md. 391’in Gerekçesi.

[19] Kanunda “ve” ifadesi kullanılmasına rağmen, hükümde iki farklı ihtimal düzenlendiğinden bunun “veya” bağlacı olarak anlaşılması gerekmektedir (Kendigelen, Abuzer, Türk Ticaret Kanunu Değişiklikler, Yenilikler ve İlk Tespitler, İstanbul 2012, s. 278, dp. 110)

[20] Bahtiyar, s. 220.

[21] TTK md. 408/2’de yer alan “Çeşitli hükümlerde öngörülmüş bulunan devredilemez görevler ve yetkiler saklı kalmak üzere,” ifadesinden kanunda sayılan hallerin sınırlı sayıda olmadığı anlamı çıkmaktadır.

 

ÇATIŞMALAR ETKİSİNDE ZORUNLU GÖÇE HUKUKİ AÇIDAN BAKIŞ

Öğr. Gör. Dr. Naziye DİRİKGİL

İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerinden sonra temel insan haklarının korunması uluslararası camianın ana hedeflerinden birisi olmuştur. Savaşların ve çatışmaların sonucu olarak oluşan göç dalgaları insan hakları ihlallerinin en yoğun görüldüğü olaylar olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde zorunlu göçe sebep olan durumlar arttıkça göç sonucu yerinden edilen kişilerin sayısında da ciddi bir artış gözlemlenmektedir. Buna bağlı olarak da zorunlu göç olgusu, günümüzde hiçbir dönemde olmadığı kadar önemli bir boyut kazanmıştır ve bu öneme nazaran çok daha geniş çaplı politikalara ve yaklaşımlara ihtiyaç bulunmaktadır. Günümüz dünyasında, çatışma, insan hakları ihlalleri ve işkence/eziyet gibi sebeplerle zorunlu olarak göç eden insan sayısı yaklaşık olarak 82.4 milyonu bulmuştur.[1] Burada önemli olan husus bu göçlerin insanların kendi iradeleri çerçevesinde aldıkları bir karar olmamasıdır. Başka bir deyişle, zorunlu göç bireylerin temel insan haklarının ve temel ihtiyaçlarının dahi sağlanmadığı ya da sağlanamadığı yerlerden ayrılıp, yaşamlarını daha güvenli sürdürebileceklerini hissettikleri yerlere gitmekten başka bir seçenek bırakmadığı bir durumdur. Kişilerin göçe zorlanması ülkedeki çatışma durumunun doğal bir sonucu olabileceği gibi ülkelerin bu çatışma ortamını kullanarak belli etnik ya da siyasi grupları göçe zorlama politikası olarak da karşımıza çıkabilir. Zorunlu göç, sebepleri ve göçün hangi sınırlar içinde gerçekleştiği gibi birtakım unsurlara dayanarak farklı statüde göç grupları oluşturmaktadır. Örneğin, her ne kadar temelde aynı sebeplerle yerinden edilmiş olsalar da, ülke sınırını geçerek zorunlu göçe maruz kalan kişilerle ülke sınırını geçmeden zorunlu göçe maruz kalan kişilerin korunmasında farklı uluslararası hukuk rejimlerinin uygulanması sonucunu ortaya çıkartmaktadır. Bunun sonucu olarak da zorunlu göçün ve mağdurlarının yasal tanımlar etrafında belirginleştirilmesi ve kimlerin söz konusu statülerden yararlanabileceğinin var olduğu bir yasal modelin oluşturulmasının uluslararası hukukta yer bulması bir sorunsaldır.

Uluslararası tanınmış bir ülke sınırını geçip geçmemesine göre farklı kategorize edilen bu zorunlu göçe maruz kalmış kişi gruplarını ülkesi içinde yerinden edilmiş kişiler, mülteciler ve sığınmacılar olarak üç gruba ayırabiliriz. Günümüzde çeşitli siyasi ve hukuki nedenlerle her ne kadar daha farklı kategorilerde gruplar oluşturulsa da bu üç ana grup göç hukukunun temelini oluşturur. Bu üç grup içinde diğerlerine nazaran daha öne plana çıkmış olan mülteci grupları kendilerine uluslararası andlaşmanın atfedildiği ve bu andlaşmadan doğan yükümlülüklerle taraf devletler açısından bağlayıcı etkileri olan bir uluslararası koruma rejimine tabi olan tek gruptur. Bu anlamda, 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi (1951 Cenevre Sözleşmesi) ile 1967 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Protokol’ün (1967 Protokolü) uluslararası mülteci hukukunun çekirdeğini oluşturduğunu görürüz. Mültecilerle hemen hemen aynı sebeplerden dolayı yerinden edilen fakat sınır geçemeyen ülkesi içinde yerinden edilmiş kişi grupları bu uluslararası hukuk belgelerinin koruma çatısı altına düşmezler. Bu kişilerin korunmasındaki en temel kaynak yumuşak hukuk kaynağı olarak nitelendirdiğimiz 1998 tarihli Ülkesinde Yerinden Edilmiş Kişilere İlişkin Kılavuz İlkeler’dir.  Bunun yanı sıra uluslararası sınırları geçmiş fakat mülteci statüsü henüz onaylanmamış kişi kategorisinde olan sığınmacıların uluslararası alanda korunması için de herhangi bir bağlayıcı uluslararası hukuk belgesi bulunmamaktadır. Sığınmacıların bu alanda korunması da yumuşak hukuk belgeleriyle olup bunlardan en temel olanı 1967 tarihli ‘Ülkesel Sığınma Bildirisi’ ile sığınma hakkının barışçıl ve insani bir eylem olduğu vurgusunun yapıldığı Birleşmiş Milletler belgesidir.

Uluslararası alanda korunmaları için kendilerine düzenlenmiş gerek bağlayıcı nitelikte katı hukuk kuralı gerekse yol gösterici nitelikte yumuşak hukuk kurallarının düzenlendiği bu gruplar hem insan olmalarından hem de çatışma ortamında sivil olmalarından yani çatışmada aktif yer alan kişi olmamalarından kaynaklı olarak uluslararası hukukun rejimleri tarafından da korunurlar. Bunlar genel bir koruma sağlayan ve çatışma durumlarını düzenleyen Uluslararası İnsancıl Hukuk ile çatışma ve barış hallerinde sürekli olarak uygulamada olan Uluslararası İnsan Hakları Hukuku rejimleridir. Buna göre zorunlu göçü yasaklayan ve sadece istisnai durumlarda zorunlu göçe başvurulmasını öngören uluslararası çatışmaları düzenleyen Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin 49. maddesi ile uluslararası olmayan çatışmaları düzenleyen ve istisnai durumlar dışında kişilerin zorla göçe maruz kalmasını yasaklayan II No.lu Protokol’un 17 maddesi, mülteciler, ülkesi içinde yerinden edilmiş kişiler ve sığınmacıları çatışma durumundaki zorunlu göçe maruz kalan sivil olmalarından kaynaklı koruyan hükümler içerir. Uluslararası İnsan Hakları Hukuku’nda ise Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmenin 12. Maddesi ve Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin 13. Maddesi hareket özgürlüğü hakkı kapsamında bu gruplara uygulanan zorunlu göç baskısı sonucu oluşan insan hakları ihlallerini azaltma ve haklarını koruma altına alma konusunda başvurulan hükümlerdir.

Mülteciler, ülkesi içinde yerinden edilmiş kişiler ve sığınmacıların korunmasında gerek uluslararası hukuk rejimlerinin genel hükümleri olsun, gerek bu gruplara atfedilmiş bağlayıcı ya da bağlayıcı olmayan belgelerin varlığı olsun, tüm bu hususlarda asıl önemli olan devletlerin kendi egemenliklerinin hâkim olduğu topraklarda bulunan bu gruplara ne denli yardım etmek istediği ve koruma altına almak için ne denli çabaladığıdır. Uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerin devletler tarafından yerine getirilmemesi sorunsalı bu kişi gruplarının sayısının artmasına ve çatışma hallerinin uzun bir süre devam edecek olmasına sebep olur.

 


 

1https://www.unhcr.org/refugee-statistics/ (son erişim 30.11.2021)

 

ÇOCUK TESLİMİ VE ÇOCUKLA KİŞİSEL İLİŞKİ TESİSİNE İLİŞKİN YENİ USUL 

Öğr. Gör. Akif GENÇ

21.11.2021 tarih ve 7343 sayılı İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile çocuk teslimi ve çocukla kişisel ilişki tesisine dair ilam veya tedbir kararlarının uygulanmasına ilişkin İcra ve İflas Kanununun 25, 25/a ve 25/b ve 341’inci maddeleri yürürlükten kaldırılmış, getirilen yeni düzenleme 03.07.2005 tarih ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu dördüncü kısma eklenmişti. Yeni düzenleme ile çocuk teslimi ve çocukla kişisel ilişki kurulmasına dair aile mahkemeleri tarafından verilen ilam veya tedbir kararları icra daireleri aracılığı ile değil Adalet Bakanlığınca kurulan Adli Destek ve Mağdur Hizmetleri Müdürlüklerince yerine getirilecektir. İlgili hükümler İcra ve İflas Kanunundan çıkarıldığı için çocuk teslimi ve çocukla kişisel ilişki kurulmasına dair ilamların icrasında icra dairesi ve icra mahkemelerinin yetkisi sona ermiştir. Çocuk Koruma Kanunu madde 41/E uyarınca müdürlükçe yapılan şikâyete tabi işlemler için işlemi yapan müdürlüğün bulunduğu yer aile mahkemesi yetkili kabul edilmiştir.

Çocuk Koruma Kanunu Geçici Madde 2 uyarınca bu Kanunun dördüncü kısmında kabul edilen uygulamanın Adalet Bakanlığınca belirlenen il veya ilçelerde başlanacağı ve hangi il veya ilçede ne zaman uygulanacağı Adalet Bakanlığının resmî internet sitesinde duyurulacağı öngörülmüştü. Bu kapsamda Adli Destek ve Mağdur Hizmetleri Müdürlüğünün yaptığı duyuru ile birlikte ilk pilot uygulamalar Adıyaman, Elazığ, Erzurum, Gümüşhane, Kırıkkale, Kırşehir, Mardin, Muğla, Sivas, Tekirdağ ve Uşak'ta başlatıldı. Ayrıca ilgili yönetmeliğin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren en geç bir yılın sonunda ülke genelinde uygulamaya geçileceği de Geçici Madde 2’de ifade edilmiştir.

Daha önceden İcra Müdürlükleri tarafından yerine getirilen çocuk teslimi ve çocukla kişisel ilişki kurulmasına dair işlemlerin çocuklar yararına tasarlanan teslim mekânlarında uzmanlar veya rehber öğretmenler eşliğinde yerine getirilecektir. Bu işlemler, 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanunu ile diğer kanunlar uyarınca alınması gereken tüm harçlardan istisnadır. Ayrıca bu iş ve işlemlerin yürütülmesi için yapılacak tüm masraflar, avukatlık ücreti hariç, Adalet Bakanlığı bütçesinden karşılanır. Dolayısıyla taraflardan ücret talep edilmeyecektir.

 

KDV İADESİNDE ÖZEL ESASLAR UYGULAMASININ ANAYASAL VERGİLENDİRME İLKESİ BAĞLAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ

Öğr. Gör. Hacer KABA

Vergi hükümetlerin ekonomik alanda kullanabileceği etkin bir maliye politikası aracıdır. Bu nedenle hükümetler vergi kayıplarını azaltmak ve ülkenin ekonomik çıkarlarını korumak için çeşitli önlemler almaktadır. Devletler özellikle Katma Değer Vergisi (KDV) kaçırma vakası, asılsız KDV iade talebi ve hayali ihracat işlemleri başta olmak üzere KDV iadesi sisteminin kötüye kullanıldığı çok sayıda durumla karşılaşabilmektedir. Hükümetler bu tür suistimalleri durdurmak ve gelecekte bunları önlemek için önlemler almaya ihtiyaç duymaktadır. Ancak bununla birlikte, devletlerin aldığı tedbirlerin ve müdahalenin orantılı olması gerekmektedir. Mükelleflerin menfaatleri ile kamu menfaati arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir.

Vergi kayıp ve kaçağını önlemek, haksız KDV iadesinin önüne geçmek amacıyla KDV iadesinde özel esaslar müessesesi uygulamaya geçirilmiştir. Mükelleflerin özel esaslar kapsamında değerlendirilmesindeki ve bu alana yönelik düzenlemeler yapılmasındaki temel amaç, iade edilecek KDV tutarının doğruluğunu sağlamak ve gerçek bir olaya dayanmayan hayali KDV iadelerinin yarattığı yolsuzluğun önüne geçmektir. Katma Değer Vergisi Genel Uygulama Tebliğinde (KDVGUT) özel esaslara kimlerin tabi olacağı açıkça ifade edilmiştir. Tebliğin ilgili bölümünde KDV iade talebi için gerekli görülen kanuni belgelerde sahte belge veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge düzenlenmesi ve kullanılması durumunda, bu işlemlerle doğrudan veya dolaylı olarak ilişiği bulunan mükelleflerin özel esaslara tabi olacağı ifade edilmiştir.

Özel esaslar uygulaması vergi mükellefleri açısından önemli sonuçlar doğurmaktadır. Mükelleflerin KDV iadelerinin bir kısmını ya da tamamını alamamasına yol açmaktadır. İhracat işlemleri yapan bir mükellef için KDV iadesi oldukça önem taşımaktadır. Mükellefler bu iadeleri genellikle finansman kaynağı olarak görmektedir. Mükelleflerin özel esasalar kapsamında değerlendirilebilmesi için mükelleflerin sahte belge düzenleyen bir kişiyle ticari alışveriş içinde olması yeterli görülmektedir. Mükelleflere uygulanacak yaptırımın mükelleflerin özel esaslara girdiği kod listesine göre değişmesi gerekmektedir. Sahte belge düzenleyen mükellef ile kullanan mükellef arasında bir ayrımın olması gerekmektedir. Uygulamada özel esaslara giriş oldukça kolay özel esaslardan çıkış ise bir o kadar zor olmaktadır. Mükellefler için bu kadar önem arz eden bir husususun kanunda değil de tebliğde düzenlenmesi hukuken tartışmaya açık bir konudur.

Vergide temel olan kanunilik ilkesidir. Anayasanın 73. maddesinde vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulacağı, değiştirileceği veya kaldırılacağı hüküm altına alınmıştır. Anayasanın ilgili hükmünden de anlaşılacağı üzere vergi alanında ancak kanunla düzenleme yapılabilir. Özel esaslar uygulamasına yönelik vergi kanunlarında herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Özel esaslar müessesesi KDVGUT ile düzenlenmiştir. Bu yönüyle uygulama kanuna aykırılık teşkil etmektedir. Tebliğ ile uygulamaya konulan özel esaslara tabi olan mükelleflerin verginin asli unsurlarında değişim meydana gelmektedir. Bundan dolayı KDVTGUT'ta düzenlenen özel esaslar uygulaması kanuni idare ilkesi ve vergilerin kanuniliği ilkesine ters düşmekte, dolayısıyla hukuka aykırı bir uygulamadır. Özel esaslar uygulamasının anayasal vergilendirme ilkelerine uygun bir şekilde yasal bir zemine dayandırılması gerekmektedir.

 

KAYNAKÇA

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 803/02 Başvuru Numaralı INTERSPLAV- UKRAYNA Kararı, (https://hudoc.echr.coe.int/tur#{%22fulltext%22:[%22vat%20refund%22],%22documentcollectionid2%22:[%22GRANDCHAMBER%22,%22CHAMBER%22],%22itemid%22:[%22001-78872%22]})

Charlet, A., & Buydens, S. (2012). The OECD International VAT / GST Guidelines : past and future developments. World Journal of VAT/GST Law, 1(2), 175–184. https://doi.org/10.5235/WJOVL.1.2.175

Danıştay 9. Daire, E. 2019 / 4018, K. 2019 / 3465 Sayılı, K.t. 5.09.2019 (www.hukuktürk.com).

Kurç, F. (2019). TÜRK KATMA DEĞER VERGİSİ İADE SİSTEMİNİN ANALİZİ. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi SBE.

Taylar, Y. (2021). Özel Esaslara İlişkin Uygulama Ve Yargı Kararları Perspektifinden Vergi Hukukunda Hukuka Aykırı Bir İşlemden Hukuka Uygun Bir Tarhiyat Çıkıp Çıkmayacağı Sorunu, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 12(2), 774–790.

 

 

Fotoğraflar